Son yıllarda yazlarımız çok hareketli geçiyor Esmer'cim. (Bir süredir bana, "Esmer" diye hitabediyor ve bu benim pek hoşuma gidiyor.)
Mevsim nedeniyle, sahil beldelerinde değil bu hareketlilik; yaz'ın en olmadık yerlerinde. Üstelik bölge, il, ilçe, köy de farketmez oldu. Olağanüstü bir durumu tanımlarken; "İstanbul'a kar yağdığında, memlekete kış geldiğini anlarız" denir ya; artık öyle değil. Şimdi doğunun, güney doğunun en ücrâ, adını bile bilmediğimiz, belki bildiğimiz ama telaffuz edemediğimiz yerlerine ateş düşüyor. Bir ilçe hapishaneye dönüyor. Çocuklar kafalarından vurularak öldürülüyor. Analar ölü bebelerini gömemiyor, kokmasın diye buzlara sarıyor. Her yer yanıyor!
Bizim gibi, adı büyük, kendi küçük, ölümden kaçarken denizlerinde ölenlerin, cesedi kumsalına vuran bebelerin kasabasında yaşayanlar da; sönmeyen yangını anlamak için, bir araya gelip konuşmaktan, okumaktan, haber izlemekten, arada sırada yazmaktan başka, hiçbir şey yapmıyor, yapamıyor -belki de bu bölgenin, ağır akan kanı yüzünden- ateş daha da harlanıyor!
Yağmur yağıyor mesela; en sevdiğin haliyle üstelik. Rüzgârlı, gökgürültülü, şimşekli, bardaktan boşalırcasına. En zevkli, en keyifli anlarında, âniden binlerce iğne batıyor bedeninin en acıyan yerlerine ve sen "ah!" bile diyemiyorsun; utancından.
Son yılların yazları yüzünden, sonbaharlar eskisinden daha hüzünlü, yaslı artık...